ATİNA MARATONU RAPORUM -1-

VE NİHAYET…

…bir maraton daha koştum!
Bir takvim yılında ilk kez 2 maraton koşmuş oldum, hem de araya bir 50km’lik dağ ultrası, iki triatlon, iki boğaz geçişi (yüzme) ve bir açık deniz yüzme yarışı koyarak. Birkaç kez bunları sıraladığım yazılarım olmuş olabilir, ama hoşuma gidiyor ne yapayım :) Açıkçası bu yıl koşu hızı anlamında kayda değer bir ilerleme olmadı ama çeşitlilik anlamında çok keyif aldığım bir yıl oldu.

Atina Maratonu birkaç açıdan özel bir yarış. En başta tabii ki tarihsel önemi geliyor. Bunun dışında yaklaşık 4buçuk yıl yaşadığım bir şehirde düzenleniyor olması da bu yarışı benim için anlamlı kılıyor.

Ofisimde eşimin 10 yıl önce, birlikteliğimizin ilk aylarında “Kalimarmaro”da çektiğim bir fotoğrafı duruyor. Tribün bölümünden sahaya açılan kapılardan birinin eşiğine oturmuş bana gülümsüyor. Dün, arkasında gözüken parkurun tam da bu noktası yarışın bitiş çizgisinin bulunduğu yerdi, hoş bir tesadüf.

ATİNA’YA GİDİŞ:

DM’de Atina’da koşacağımızdan bahseder bahsetmez, Özkan bizi havaalanında mutlaka karşılayacağını söyleyerek DM arkadaşlığının o bildik sıcaklığını ve samimiyetini bir kez daha gösterdi. Bizimle DM dışında hiçbir tanışıklığı olmadığı halde bu ısrarlı teklifi yapmıştı.

Uçuştan önceki gece herhangi bir teyitleşme yapmadık. Atina’ya indiğimizde bir mesaj atarız, orada değilse metroyla otele gideriz diye düşünüyorduk. Sabah Atatürk Havaalanında kaşarlı tostlarımızı yerken mesajlar ardarda gelmeye başladı: “Mark günaydın!… Burada çantanı eline aldığın an bana bir çağrı bırak… Havaalanında görüşmek üzere!… İyi uçuşlar!…”

El. Venizelos Havaalanına saat 11:00 gibi indik. Özkan’la ilk sesli iletişimim o zaman oldu. Varmak üzereydi, aracıyla bizi dışarıdan toplaması şeklinde anlaşıp Atina’nın bulutlu, rüzgarlı ve soğuk havasına çıkıverdik. 2-3 dk. sonra karşımıza güler yüzlü biri “Merhaba!” diyerek dikildi. Tanıyamadığımızdan biraz duraksayınca kendini tanıttı, meğerse Özkan’ın abisi Serkan’mış! Kısa bir süre sonra Özkan da geldi ve yüzyüze bir DM arkadaşımızla daha tanışmış olduk.

ŞEHRE GİDİŞ, OTEL VE BÖREK:

Şehir merkezine yolculuğumuzda Özkan bize maraton parkurunun 28 ile 34.km’leri arasını gösterdi. Daha sonra şehir merkezine beş metro istasyonu mesafesinde bir otoparka parkedip yolculuğumuza metroyla devam ettik. Parkuru arabayla bile geçmek çok fayda sağlıyor. Yarışta bu noktaya geldiğimde tanıdık bir yer görmek iyi bir motivasyon oldu. Bu bölümdeki alt geçitlerden kaynaklanan iniş-çıkışlara zihnen hazırlıklı olmamı sağladı.

Sintagma istasyonundan yeryüzüne çıktığımızda otelimiz fuar alanından daha yakın olduğundan önce oraya gidip eşyalarımızı bırakmaya karar verdik. Otel beklediğimden iyi çıktı, üstelik ertesi gün geç çıkış için rica etmeye başlarken resepsiyondaki kadın lafı ağzımdan alıp “biliyorum, yarın koşacaksınız o yüzden geç çıkmak istiyorsunuz. Sorun yok, yarın kahvaltı yarış sebebiyle 5:30’da başlayacak” deyiverdi. Otelin en az yarısı koşucuymuş, geri kalanlarda çocuksuz ailelermiş. Bu ek bilgiler beni çok mutlu etti, demek ki sessiz sakin bir gece geçirebilecektik!

Otelin asansörü hayatımda gördüğüm en küçük asansördü. İki yetişkin ve bir çocuk ancak sığabilir, ya da canciğer 3 arkadaş diyelim, ama üçü de 80kg. altında olmalı.

Otelden çıkışta Özkan’la Serkan bizi bir börekçiye götürdü. Burada kare kesilmiş envai çeşit börekten istediğinizi kağıda sarılı elinize alıp gidiyorsunuz, öyle masa sandalye filan yok. Zaten biz de “öğle yemeğine hazırlık” olarak yiyecektik bu hamurişlerini :) Biz Ali’yle risk almamak için kare kesilmiş birer dilim pizza aldık, çok lezzetliydi. Metro biletlerini ödetmeyen Özkan bu kez de el çabukluğuyla yediklerimizi ısmarladı.

Rotary üyelerinin bağlı bulundukları kulüplerin kendilerine özel küçük, üçgen flamaları bulunur. Yurtdışı seyahatine giden bazı üyeler, bulundukları şehrin, kasabanın bir Rotary kulübü varsa, vakti de müsaitse kısa bir ziyarette bulunur ve tanışarak kendi kulübünün flamasını takdim eder (En azından babamın böyle bir alışkanlığı vardı). Ben de bundan feyz alarak yaptırdığımız DMTR şapkalarından bir tanesini DM Türkiye adına Özkan’a hediye ettim. Çam sakızı çoban armağanı.

FUAR ALANI:

Fuar alanı Zappeion binasında kurulmuştu. Bu bina 1874-88 yılları arasında, antik olimpiyat oyunlarını yeniden canlandırmak amacıyla inşa edilmiş ilk yapı. 1896 yılındaki yaz olimpiyatlarında eskrim karşılaşmaları bu binada yapılmış. On yıl sonra, 1906 yaz olimpiyatlarında da Olimpiyat köyü olarak kullanılmış.

Binanın ortasında oldukça büyük bir açık avlu bulunuyor. Bu alan girişe kapalıydı. Avluyu kare biçiminde çevreleyen binanın ana girişinde, sağ taraftaki kapıdan girip saat yönüne tüm binayı içeriden dolaştıktan sonra aynı giriş holüne soldan çıkarak fuar ziyareti tamamlanmış oluyordu.

İlk hol 5k ve 10k koşucularının numara alım holüydü. Ondan sonraki de yarı ve tam maraton holü. Erken gelmiş olmanın rahatlığıyla hiç sıra beklemeden Ali’yle birlikte numaralarımızı aldık. hol boyunca ilerlerken yerde çiplerimizi kontrol eden halı bulunuyordu. Böylece bir çaba sarfetmeden yürürken yandaki ekrandan adımızı görmek suretiyle çip kontrolünü de yapmış olduk. Ayrıca para ödediğimiz anı madalyalarımızı da bu alanda teslim aldık (boşuna para ödemişiz, yarış sonunda aldığımız bitirme madalyası çok daha güzel ve anlamlıydı). Arkasından eksikliklerimizi giderebileceğimiz standlar arasından ilerlemeye başladık.

Fuarda aklımda kalan markalar ve stadları:

ADIDAS: Klasik bir mağaza görünümündeydi, Kıyafet ağırlıklı gibi geldi. Kullandığım bir marka olmadığı için es geçtim.

ASICS: Holün karşılıklı iki tarafında standları vardı. Sağdaki sadece tekstil ürünleri teşhir ederken soldakinde de sadece ayakkabılar vardı. Oldukça kalabalık çekiyordu, nedense hiç ayakkabı deneyesim gelmedi ama.

SAUCONY: Yunanistan’da daha 3 ay önce temsil edilmeye başlanan markanın standı yeterince çeşit bulunduruyordu. Firma sahibi yıllık distribütörler toplantısına katılmak üzere Amerika’da bulunuyordu. Müdür konumundaki beyle tanıştık, eski İstanbul’luymuş. Yunanistan’da bu pek şaşılacak bir durum olmuyor, yine de her seferinde hoş bir duygu uyandırıyor :) Bizi gayet dostane bir şekilde ağırladı, biraz sohbet ettikten sonra yolumuza devam ettik. Bu arada Özkan ayaküstü kısa bir muhabbetle sponsorluk için kendisinden olumlu bir cevap aldı!

GU: Maratonun ana sponsorlarından GU’nun standı ufaktı ve jeller bana pahalı geldi. Üç tanesi 5 €, Roctane serisinin 3 tanesi ise 10 €. GU’nun electrolit tabletleri ve tuzları da satıştaydı. Ali’yle altışar adet jel aldık buradan. Ha bir de kapsül şeklinde elektrolit ve amino asit içeren haplar vardı cam kavanoz içinde satılan, ondan da bir tane aldık.

SALOMON: Bu markanın tasarımları gerçekten çok göz alıcı. Yeni model ayakkabıları o kadar güzel ki insan kucağında bir kedi gibi dolaştırıp sürekli okşamak istiyor :)

Bunlar dışında 1-2 stand, farklı markalarda tekstil ürünü ve ayakkabı satıyordu. Bir tanesi 75 €’ya çok canavar Salomon ayakkabılar satıyordu, almamakla hata mı ettim acaba?

CEP (kompresyon çorapları), HIFIVE (jel ve electrolitler), MIZUNO ve PUMA da aklımda kalan diğer markalar.

Son hollerde 2004 Olimpiyatlarından arta kalan promosyon malzemeleri satıştaydı. Çıkıştan hemen önce de ücretsiz Adidas koşu T-Shirt’lerimizi aldık. Türkiye’de de artık pamuklu uyduruk T-shirt dağıtma geleneğine bir son verilmeli, hiçbir işimize yaramıyor.

FUAR SONRASI:

Özkan ve abisiyle fuar alanında vedalaştıktan sonra artık öğle yemeği yeme zamanımız da gelmişti. Atina’nın İstiklal’i Ermou caddesinden aşağıya doğru yürümeye başladık. Bu arada şehir merkezinde bir çok camı kırılmış banka ve mağaza, kepenkleri kapalı dükkanlar ülkenin bulunduğu sıkıntılı durumu gözler önüne seriyordu. Meşhur P. Kapnikarea kilisesini geçtikten sonra ben önce Yunan fastfood zinciri Goody’s’de yemeye yeltendim ama girişinden ikimiz de pek hazzetmeyince belki de içgüdüsel olarak Monastiraki’deki tavernalara yöneldik.

Burada aynı sokak üzerinde karşılıklı konumlanmış, çok iyi iş yapan iki taverna vardır: Bayraktaris ve Thanassis. Bu sefer Thanassis’de yiyelim dedik. Birer porsiyon Yunan kebabı souvlaki, bir Yunan salatası ve birer Yunan birası… Yunan diyorum ama, etler dışında diğer tükettiklerimize bakacak olursak; salatanın domatesi büyük ihtimalle Türkiye’den. 1997 yılında Yunan Boutari Group tarafından piyasaya çıkartılan Mythos birası ise 2008’den itibaren Carlsberg grubu’na ait (ondan önce de 2004’ten beri “Scottish & Newcastle”ın markasıydı).

Neyse bu gereksiz bilgileri bir kenara bırakırsak, yemek muhteşemdi! Şu an yazarken bile kokusu burnumda tütüyor. Etin altındaki pide ekmeğinden ufacık bir parça bile bırakmayarak bir oturuşta 1200+ kaloriyi büyük bir keyifle mideye indirdik. Otele dönüş yolunda, vücuttaki kanın mideye hücum etmesi sonucu soğuk bir havada yaşanan ani üşümeyi tecrübe ettik.

Otele vardığımızda saat 4buçuk gibiydi. İki-üç saat dinlenip sonra akşam yemeği yemek üzere anlaşıp odalara çekildik. Bu süre içinde ben öncelikle yarışta kullanacağım tüm teçhizatı hazırladım, tekrar tekrar herşeyi kontrol ettim, göğüs numarasını giymeyi düşündüğüm en üst katman olan Adım Adım T-shirtüne iğneledim… (devamı bu haftasonu, inşaallah!)

Leave a Reply

  

  

  

You can use these HTML tags

<a href="" title=""> <abbr title=""> <acronym title=""> <b> <blockquote cite=""> <cite> <code> <del datetime=""> <em> <i> <q cite=""> <s> <strike> <strong>