31. AVRASYA MARATONUNDAN NOTLAR

Her yolculuk ve her yarış öncesi, zamanında uyumakta zorlanırım. Ertesi gün için herşeyi hazırladım mı, önemli bir ayrıntı unuttum mu… bu düşüncelerle, genelde uyumayı planladığım saatten yaklaşık 2-3 saat sonra yatağa girebiliyorum. Geçen cumartesi de aynı şey oldu. Üstelik bu sefer üzerimde daha fazla sorumluluk hissettiğimden, oturup kendime her zamankinden daha ayrıntılı bir liste hazırladım: ”Olmazsa olmazlar Listesi”, ”Önemli Gereçler listesi”, ”Diğer gereçler listesi” diye 3 ayrı önemde liste hazırladım. ”OO” listesi, yarışa katılmam için zorunlu bulundurmam gerekenler listesi . Diğer herşey unutulabilir, ama bu listedekiler asla (örneğin Göğüs numaram, ayakkabılarım, zaman çipim…). ”OG” listesi, yarışta daha rahat etmemi sağlayacak gereçlerin tamamı (Mesela sıvı kemerim ve evde hazırladığım içecek mataraları, sporcu besinleri -power gel-, beyzbol şapkası, kayganlaştırıcı vücut kremi, GPS/Nabız saati ve nabız kemeri…). ”DG” listesi ise ”olmasa da olur, ama olsa daha iyi olur” şeyler için (Yarış sonrası giymek için temiz çorap, rahat spor ayakkabıları, yağmurluk, Supradyn, Magnezyum çiğneme tableti, karışık kuruyemiş torbacıkları, birkaç muz…). Tüm liste için tıklayın

Başta fazla uzun olması beklenmeyen bu liste 30-35 maddelik bir yazı halini aldı. Yarış günü son anda kötü bir sürprizle karşılaşmamak için böyle bir listeyi en az bir gün önceden hazırlamak şart. Bir o kadar önemli olan da, bu listedekileri tek tek çantalara yerleştirirken her maddenin yanına işaret koymak. ”Çantalar” diyorum, çünkü bir çanta yarış sonrası ihtiyaçlarım için ve arabada kalacak. Diğeri ise tamamen yarış anına kadar ihtiyacım olanları içerecek. Bu 2. çantayı başlangıç noktasında eşya otobüsüne bırakcağım için kaybettiğim takdirde çok da üzülmeyeceğim şeyler kalmalı içinde. Eksiksiz bir liste yapmak iyi bir başlangıç, fakat listedekilerin çantaya konduğundan emin olmak gerek. Yukarıdaki 3 farklı önemdeki listelerden ilkini tam 3 kez kontrol ettim. İkincisini 2 kez, sonuncusunu ise 1 kez kontrol ettim.

Yarış sabahı zaman kaybetmemek için, koşu T-shirt’üme göğüs numaramı ve ayakkabıma zaman çipini akşamdan taktım.

SNC00306(4 adet plastik matara, üçünde %60 taze elma suyu %40 gazı kaçırılmış maden suyu var. Sonuncusunda ise sadece içme suyu. Sağda ise özel cepleri bulunan, mataraları taşıyabilmemi sağlayan kemer)

Tüm hazırlıklarımı tamamladığıma emin olduktan sonra nihayet saat tam 24:00’da uyumaya çekildim.

-YARIŞ GÜNÜ-

Yarış gününün ilk saatleri, 40. gününü yeni doldurmuş oğlum Luka’nın ağlamasıyla uyandım. Kalkıp altını değiştirip annesine teslim ettikten sonra uyumaya devam ettim…

Sabah 6’da uyandığımda hava tam aydınlanmamış, yağmur yağıyordu. Geçen yılki gibi yağmur altında maraton koşmak zorunda kalacakmışım gibi görünüyordu. Hızlıca hazırlanıp, aracıma atlayıp Sultanahmet Meydanı’na gittim. Buradan tüm koşucularla birlikte otobüslere binerek başlama noktasına gittik. Yağmur sabahtan beri zaman zaman duruyor, sonra tekrar başlıyordu. Şansımıza yarışın başlamasına sadece birkaç dakika kala yağmur durdu.

AAO koşucularından 3 kişinin maraton koşacağını, diğer 300’e yakın koşucunun ise 15 km. yarışına katılacağını biliyordum. Onlarla başlama noktasına gelene kadar buluşamamıştım, fakat büyük bir tesadüf eseri start öncesi onları buldum ve tanıştım. Birlikte koşacağım kişiler olması hoşuma gitmişti, koşmayı düşündükleri süre benim de hedef süremdi. Diğer yandan, antreman koşularımda bile çok az kişiyle birlikte koşabilirken yarış ortamında nasıl 3-4 kişiyle beraber koşacaktım? Koşuda kendi ritmime çok konsantre oluyorum, bu sefer de öyle oldu. Patlayan silahla birlikte yarış başladığında kısa bir süre onlarla beraber koşmaya çalıştıysam da vücudumun arzu ettiği ritmi bozamadım ve onlara maalesef ayak uyduramadım. Sonuçta yine de birlikte koşuyorduk, diğer 1000 kişi ve onlar, hep birlikte boğazı geçiyorduk.

İlk startı alanlar, kalabalığın en önünde yer alan tekerlekli sandalyeli sporculardı. Yarış onlar için saat 08:45 gibi başladı. Arkasından ”elit atlet” olarak adlandırılan, maraton dereceleri 2s30dk altında olan koşucuların startı verilecekti. Genelde maratona kaydolan koşucuların nisbeten daha ‘sportmen’ daha saygılı kimseler oldukları gibi bir önyargım olmuştur. ‘Önyargı’ diyorum, çünkü bu düşüncemi destekleyen, maraton koşucularını diğer koşuculardan -etik anlamda- ayıran fazlaca birşey bugüne kadar göremedim. Onlar da 15 km. koşanlar kadar sportmen, ya da arada bir fark varsa da gözardı edilebilir kadar az diyelim.

Özellikle start anı yaklaşırken, tabanca sesinden önce megafonlardan duyduklarımız her sene aynı: ”arkadaşlar lütfen itmeyin!”, ”Bakın, ayağınızdaki çiplerle çizgiden zamanından önce geçerseniz zamanınız ölçülemez!”, ”Lütfen geri gelin yarış daha başlamadı”… Nedense bazılarımızda, 42 km’lik yarışın ilk birkaç metresini hızlı koşmanın tüm yarışta başarı getireceği gibi bir yanılsama var. Çip uygulamasının olduğu bunca senedir, her koşucunun bireysel zamanının, start noktasından geçtiği an başladığı idrak edilemiyor. Yani tabanca sesinden 5 dakika sonra da çizgiden geçseniz sizin zamanınız o an işlemeye başlıyor.

İşte bu kişiler, 42 km’lik yarışı 10 metrede kazanacağını zannedenler, en önde kalabalığa karışmadan start alacak elit atletleri itiş kakış sonucu başlangıç çizgisinin ötesine doğru sürüyorlar. Bu sıkıntıdan dolayı start 4 dakika kadar geç olarak 09:04’te verildi.

START -> 10.km (süre: 00:56:14)

Yağmur ilginç bir şekilde starttan hemen önce dindiğinden ıslanmadan, serin ve rüzgarsız bir ekim sabahında köprüyü geçmeye başladım. Kendimi çok mutlu hissediyordum. Nabız saatimi kontrol ettiğimde kalp atışlarımın beklediğimden biraz daha yüksek olduğunu görünce şaşırdım; fazla mı hızlı başlamıştım yine? Yarış heyecanından olduğuna karar vererek, fakat hızımı da sürekli kontrol altında tutarak Beşiktaş sapağı’na doğru yaklaştım. Tam burada 15km koşucularıyla maratoncular birbirine karışıyor. Bu noktadan öncesinde 15km’ciler Avrupa-Asya istikametindeki yoldan, yani solumuzdan koşuyorlardı. İlk kez Avrasya Maratonu koşanların çok dikkat etmesi gereken bir konu: asla 15km’cilerin temposuna kanmayın. Onlar yarışlarını bitirdiğinde daha sizin önünüzde 27.2 km daha olacak.

Barbaros Bulvarı’na çıktığımda bu sefer geçmiş yarışlara göre daha kontrollü bir iniş gerçekleştirmeye kararlıydım. Bu yokuşu dinlenmek, nabzı düşük tutmak için kullanmalıydım. Yarışın daha 5-7. km.’lerinde kaslarıma laktik asit biriktirmemeliydim. Yoksa bunun bedeli 26-27. km’den finişe kadar çok ağrılı, kramplı ve belki de koşmamı engelleyecek kadar ağır olabilirdi.

Sırasıyla Dolmabahçe, Kabataş, Salıpazarı, Fındıklı ve Karaköy’den geçip Galata Köprüsünden Eminönü’ye ulaştım.. Bu noktadan sağa doğru kıvrılıp Haliç sahilinden Eyüp’e doğru devam ettim. 10 km’yi geride bırkmıştım ama hala kendime bir ”tavşan” ya da bir ”gizli partner” bulamamıştım (Tavşan: Beni belli km aralığında tempolu bir şekilde koşturacak başka bir yarışçı. ”Gizli Partner” Temposunu kendi hızıma çok yakın bulduğum ve o farkında olmadan birlikte koştuğum biri). Ayrıca yarışın bu bölümüne kadar önümde rakip bir firmanın logolu T-shirt’üyle koşan 4-5 kişi vardı. Bir yandan onları önüne geçip T-shirt’ümle ”Ben de varım” demek istiyor, diğer yandan onların 15km. koştuğunu bildiğimden onlar kadar hızlanmak istemiyordum. Sonuçta kendi yarışımı koşmaya devam etmeye karar verdim…

10. km ->21.1 km (süre: 2:00:15)

Eyüp’ten Akasaray’a doğru dönüş yolu üzerinde bir restoran önünde, koşanları izleyen ve tezahüratta bulunan 5-6 kişilik bir grup vardı. Seyirci bulunması güzel bir şey, fakat bunların çakırkeyif ve hafiften alaylı yaklaşımları bazılarımızı tedirgin etmedi değil. Ben yolun onlara uzak kısmından geçerek bana bulaşma ihtimallerini oldukça azalttım. Umarım kimseye sataşmadan kendi eğlencelerine devam etmişlerdir.

Aksaray’a doğru sapıp tarihi yarım adayı keserek Marmara Denizi sahiline ulaştığımız yolun ilk yarısı yokuş yukarı olduğu için parkurun zorlayan bölümlerindendi. Altgeçitlerden geçerken üstümüzde hep bir miktar kalabalık bulunuyordu. Fakat bu seyirciler gayet sessiz bir şekilde biz koşanları izlemekteydi. Belki de tenis maçı seyreder gibi durmalarının bir sebebi de, bizden önce yüzlerce kişinin önlerinden geçmiş olması ve onları alkışlamaktan yorulmuş olmalarıdır. Biliyorum iyimser bir düşünce ama özellikle yarış sırasında, her konuda işte tam da bu şekilde olumlu düşünceler içerisinde olmalısınız. Moraliniz ne kadar yüksek, hırsınız ne kadar kontrol altında olursa yarış o kadar daha az zor geçer.

Sahil yoluna çıkıp Ataköy’e doğru koşmaya devam ettiğimde, artık yarışın yarısını geçmeme sadece birkaç kilometre kalmıştı ve kendimi oldukça iyi hissediyordum. Buna rağmen hızlanmamaya özen gösterdim. Sadece 21.1 km çizgisine yaklaşırken  -zaman kaydı yapıldığını da bildiğimden- bir miktar hızlandım. Ve bu şekilde ilk yarıyı tamamlamış olmanın moraliyle Ataköy’e doğru koşuma devam ettim. Bu arada yarışı önde götüren atletler de yolun diğer tarafından geçmeye başlamışlardı. ”Biz giderken onlar dönüyorlardı” anlayacağınız :)

21.1 km ->30 km (süre: 02:53:39)

Yarışın bu bölümü, artık vücudun koşmaya iyice alıştığı, zayıf kas gruplarının hafiften uyarı sinyalleri vermeye başladığı bölüm. Bahsettiğim kas grupları mutlaka bacaklarda olmayabilir. Boyun, bel, omuzlara bağlı kaslarda da yorgunluk belirtileri oluşabilir.

Bu kilometrelerin bir diğer özelliği, koşucular arasındaki mesafelerin iyice açılmış olması ve zaman zaman tek başınıza koşuyormuş hissi uyanması. Tabii bu daha çok Avrasya Maratonu gibi katılımın 800-1200 civarında olduğu yarışlarda yaşanan bir olay. New York veya Boston Maratonu gibi 35-40.000 kişinin koştuğu yarışlarda pek böyle bir durum yaşanmıyordur…

24-25. km’lere vardığımda vücudumu daha dikkatle dinleyerek, rahat bir tempoda koşumu sürdürmekteydim ve etrafımda pek kimse yok gibiydi. Rüzgarsız, bulutlu, kristal renginde ve serin bir havada koşarken gittikçe benliğime yöneldiğimi, ciğerlerime dolup boşalan havanın sesi dışında tüm seslerin kaybolmaya başladığını  hissettim. Bir süre sonra belli belirsiz, oldukça arkamda olan fakat yavaş yavaş yaklaşan 4-5 kişinin ayak seslerini duyar gibi oldum. Kendi yarışımı koşmaya kararlı bir şekilde, duyduğum seslerin ritmimi etkilemesine izin vermeyerek koşmaya devam ediyordum. Yaklaşan grubun birkaç metre arkama kadar sokulmaları neredeyse 10 dakika aldı. O andan itibaren çok ilginç bir şey farkettim: Artık hepimiz aynı anda adım atarak koşuyorduk! Arkamdakiler beni ‘pace-maker’ olarak benimsemişler ve tempolarını bana uydurmuşlardı. O an kendimi çok mutlu hissetim ve koşucu olarak yeni bir seviyeye eriştiğimi düşündüm. Aynı televizyonda izlediğim koşu yarışları gibi, ufak bir grubun liderliğini yapıyordum ve o grup belirlediğim hıza uyarak tempomu kabulleniyordu… sessizce bir itaat gibi…

İnsan zor koşullarda kendine güç verecek her türlü moral yükseltici düşünceyi üretebilmeli. Buradaki ”itaat” de biraz öyle bir yaklaşım, bir çeşit kendini üstün görme. Aslında ne haddime, ama inanın o koşullarda bu tür düşüncelerin faydası oluyor. Bir anda insan oyunu kuralına göre oynadığını, herşeyin kontrol altında olduğunu hissediyor. Biraz otomobil yarışlarında dışarıdan tekdüze ve sıkıcı gibi gözüken, ardarda giden 10 aracın görüntüsü gibi; aslında her aracın pilotu en hızlı gidebilmek için ciddi çaba sarfediyor, aracın ve kendisinin sınırlarına olabildiğince yakın bir performansta gidiyor. Fakat dışarıdan bir pazar günü pikniğe giden araçlar gibi gözüküyorlar…

Dediğim gibi, aynı adım temposuyla 5 kişi koşuyorduk, aralarındaki sohbetten Amerikalı olduklarını tahmin ediyordum.  Bir yandan da düşünüyordum: Bir şekilde bu koşucular benden az da olsa daha hızlı koşuyor olmalıydılar, çünkü yavaş yavaş yaklaşıp arkama yapışmışlardı. Normalde aynı tempoda devam edip beni geçmeleri gerekirdi…

Hemen değil ama, yaklaşık 10 dakika sonra bu grup artık beni geçmeye nihayet karar verdi. Artık kimlerle birlikte koştuğumu görmeye başladım: 4 Amerikalı, biri -onların deyimiyle- ”Afrikalı-Amerikalı”. Ağır ağır arayı açtılar, bense kendi tempomda yarışıma devam ettim.

30.1 km -> 42 km (süre: 4:12:00)
Daha önce koştuğum 2 maratona göre kendimi çok daha iyi hissediyor, bundan da mutluluk duyduğum gibi pozitif enerjiyle motivasyonumu da kendi kendime arttırıyordum. Hala herhangi bir kramp belirtisi yoktu, acaba daha hızlanabilir miydim? Bu düşüncelere kulak asmayarak tutturduğum tempoda, Gülhane Parkı’nın alt girişine geldiğimde, geçen yıl olduğu gibi hafiften burun bükmekten kendimi alamadım. Bunca kilometreden sonra bu yokuş da çıkılır mı? Fakat bu düşünceden çabucak sıyrılmayı bildim, çünkü biliyorsunuz koşuyorum ama, sadece kendim için değil :) Yere düşene kadar durmak yok!

Bu iradeyle Gülhane Parkına girmemle üst kapısından çıkmam arasında geçen zaman bir rüya gibi geçti. Artık bundan sonra bitişe birşey kalmamıştı, yürüsem bile geçen seneki derecemi oldukça geliştirmiş durumdaydım!

42 km > 42.2 km… Son 200 metre!

Gülhane Parkı’nın Arkeoloji Müzesi tarafında bulunan üst kapısından çıkınca, önümde hiç bitmeyecekmiş gibi görünen bir yokuş belirdi. Artık Sultanahmet Meydanı’ndaki bitiş çizgisine kadar bu yokuşu tırmanmak zorundaydım. Yolun 2 kenarına barikatlar konmuş, seyircilerin yola gelişi güzel çıkmaları engellenmişti. Şehrin bu en turistik bölgesinde birçok yabancı ilgiyle yarışı izliyordu. Ah bu Avrupa’lılar, Asyalı’lar, medeni ülkelerden gelmiş medeni insanlar! Onların coşkusu, alkışları, destek verici tezahüratları bana bu son 200 metrede öyle güzel gaz verdi ki, öyle keyiflendirdi ki!

Finişe yaklaşık 50 metre kala, ‘Tamamdır’ dedim kendi kendime, ”başardım… son bir sprinte kalkayım da hem seyircilere istedikleri tepkiyi vereyim, hem de dereceme birkaç saniye faydası olsun…” Seyirciler heyecanlanarak tezahüratlarının şiddetini arttırmaya başladılar. Sanki Olimpiyatlarda madalyaya koşuyorum! Birkaç sanniye sonra belli oldu ki, meğer fiziksel sınırlarıma varmışım…

Sprinte kalktıktan 3 adım sonra sol üst bacağımın arkasına hemen kramp giriverdi. Oraya da kramp girdi mi koşmak imkansız! Hemen durup kısa bir süre krampı açmaya çalıştım. Kısa bir süreliğine kaslarımı gevşetebildim, ama o bölgedeki kaslar tamamen tükendiğinden hareket ettiğim an tekrar kitleniyordu… Bu arada o muhteşem seyirciler birden daha da coşmuşlar, bana ve civarımdaki diğer koşuculara ellerinden geldiğince destek vermeye çalışıyorlardı. Doğruldum, ve topallaya topallaya bitiş çizgisine doğru koşuma devam ettim. Bağırışlar, alkışlar o kadar yükselmişti ki kafamda daha önce melodisini hiç duymadığım bir zafer marşı eşliğinde çizgiyi geçtim… süre 4:14:03 ! Bir kez daha maraton derecemi iyileştirmeyi başarmıştım!

Bana moral desteği verenlere, bağışlarıyla ihtiyacı olanların yaşamını değiştirenlere teşekkürler. Bu derece sizler olmadan gerçekleşebilir miydi, pek sanmıyorum! :) Bir sonraki yarışta hedef: 4 saat bariyerini kırmak!

Leave a Reply

  

  

  

You can use these HTML tags

<a href="" title=""> <abbr title=""> <acronym title=""> <b> <blockquote cite=""> <cite> <code> <del datetime=""> <em> <i> <q cite=""> <s> <strike> <strong>